17 Aralık 2013

Karşınızda Kürşat Başar...

On parmakta on marifet!
Yazar, müzisyen, televizyoncu…Onu çok sevdim! Dümdüz bir adam. Lafı kıvırmıyor, beğeniliyim diye uğraştığı da yok! Zaten onu bu kadar çekici kılan da bu…Yakışıklı! Kendine gülmeyi seviyor. Yazdığı aşk romanlarına rağmen romantik olmadığını kabul edecek kadar açık sözlü! Aşık olduğunu itiraf edecek kadar da cesur… Onu müzik programının olduğu bir akşam Pera Palas’ta yakaladım ve her şeyi sordum! İşte Kürşat Başar…

Çok istediğin bir şeyi ne olursa olsun yap, hiç istemediğin bir şeyi ne kadar kazanacak olursan ol yapma! 
Kürşat Başar nasıl bir çocuktu?

-Türk tipi!

Nasıl yani?
-Sokakta oynayan, ailesiyle gezen bir çocuk…Bizim zamanımızda bahçeler vardı, çocuklar şimdiki gibi i-pad'le oynamıyordu. (Gülüyor) Ben de kalabalık bir grupla gün boyu bahçede oynayan, haylaz, hayalperest bir çocuktum.

Aile kalabalık mıydı?
-Hem de nasıl! Bütün akrabalarımız İstanbul’da yaşadığı için, özellikle İstanbul’da bulunduğumuz dönemlerde ev çok kalabalık olurdu.

-Aileniz sizin hangi mesleği yapmanızı isterdi?
Bir yanda avukat olmamı isteyenler,  diğer yanda “çocuk iyi, konuşuyor diplomat olsun” diyenler… Her kafadan başka bir ses çıkardı! Gelen misafirler, “büyüyünce ne olacaksın” diye sordukları zaman benim içimden hep “Yav sen büyüyünce ne olacağını biliyor muydun” diye sormak gelirdi. Tabii soramazdım terbiyemden. (Gülüyor)
Ben de onları delirtmek için saçma sapan şeyler söylerdim: “Beyin cerrahı, astronot olacağım!”

-Felsefe ne alaka?
Felsefe çok temel bir disiplin olduğu ve yaşadığımız her şeyin alt yapısını oluşturduğu için onu öğrenmenin önemli olduğunu düşünüyordum…

-Felsefe, hayata bakışınızı nasıl etkiledi?
Felsefe tarihini okuduğunuz zaman insanlık tarihini oluşturan bir çok şeyi öğrenmiş olursunuz. İnsanlar, felsefeyi ‘uçuk düşünceler bütünü’ olarak görüyor olabilir ama öyle değil! Bugün tartışılan; hukuk, devlet, demokrasi gibi kavramların hepsi felsefeden çıkıyor. Gerçi bunları bilmek Türkiye’de çok işe yaramaz… Hatta bilmeseniz daha iyi olur! (Gülüyor)

-Hayat mottonuz nedir?
Çok istediğin bir şeyi ne olursa olsun yap, hiç istemediğin bir şeyi ne kadar kazanacak olursan ol yapma!

-Yazıya geçiş nasıl oldu?
İlkokuldayken evde çok kitap okurdum. Kitap okurken de hep bir şeyler karalardım. İlk romanımı o zaman yazdım.

-Konusu neydi?
Birkaç çocuğun ıssız bir adada yaşamaya çalışmasıyla ilgili bir maceraydı.

-Ailede müzikle ya da yazıyla uğraşan birileri var mı?
Yok! Ama annem edebiyat öğretmeni… Gerçi öğretmenlik yapmadı,bizim üzerimizde çalışma yaptı! (Gülüyor)

-Kitabınızı onların beğenmesi sizin için önemli miydi?
Elbette! Annemin de babamın da fikrini alırdım..
Ama babamı ilk kitabımın çıkış aşamasında kaybettik. En büyük üzüntüm onun kitabımı görememesidir.
               
-Bir kaç ay önce Cumhuriyet’ten ayrıldınız… Neden?
Çok özel bir sebebi yok. Ama artık köşe yazarlığı, gazetecilik bu iktidar zamanında garip bir noktaya geldi. Artık saf belirlemeniz gerekiyor… Doğruyu yazsanız da saf değilseniz kimseye yaranamıyorsunuz… Açıkçası bana artık çok anlamsız gelmeye başladı bu durum. Bu arada da yeni projelerim, kitap ve müzik vardı… Zaman ayırmam zorlaştı. Ben de köşe yazarlığı beni zorlamaya başlayınca bıraktım.

-Yani ücret alamama gibi bir durum yoktu?
Alakası yok! Zaten Cumhuriyet istedi diye yazıyordum ve çok düşük bir ücret alıyordum.


-Köşe yazarlığına geri dönmeyi düşünüyor musunuz?
Şu anda değil.Keyfim yerinde!

-Hangisi daha ağır basıyor? Yazı mı müzik mi?
Yazı! Ama son bir iki yıldır müzik de hayatımda fazlaca yer tutmaya başladı.

-Peki şu anda kendinizi gazeteci olarak mı, müzisyen olarak mı görüyorsunuz?
Özel bir şey olarak görmüyorum çünkü hepsini yapıyorum!

-Aşkı bu kadar güzel yazan bir adam olarak aşkla ilk ne zaman tanıştınız?
Teşekkür ederim iltifatına. İlkokul zamanlarındaki o ilk kıpırtıları saymazsak, 15-16 yaşındaydım.

-Aşk acısı yaşadınız mı?
Çok değil… 15-16 yaşlarında yaşamıştım. Erkek çocukları o dönemde siz kadınlara karşı daha zayıf oluyorlar! (Gülüyor)

-Şu anda aşık mısınız?
Evet!

-Aşk acısından nasıl geçiyorsunuz? Kitap yazarak mı, çalarak mı?
Bir formülüm yok!

-Aşkı yazmak mı daha zor, yaşamak mı?
Yaşamak! Çünkü yazarken kelimelerle uğraşıyorsun, yaşarken bir insanla!

-İlişkilerinizde zor musunuz?
Bazen zor bazen kolay… Belli olmaz! Herkes nasılsa ben de öyleyim aslında…

-Romantik misiniz?
Çok değil… Hazırlık yapılan ve planlanan şeyler bana sahte geliyor. Ani bir kararla beraber bir seyahate gitmek, baş başa bir yemek yemek bana göre daha romantik!


-Ev haliniz nasıl? Eğlenceli mi somurtkan mı?
Eğlenceli!

-Bir de evlilik var… 5 sene evli kalmışsınız… Ve sonra hiç evlenmemişsiniz… Neden?
Tamamen tesadüf!

-Evlilik aşkı, seksi, tutkuyu öldürür mu?
Kesinlikle Öldürür!

-O yüzden mi tekrar evlenmediniz?
(Gülüyor)

-İnsan aşık olduğunu nasıl anlar? Kitabınızda yazdığınız gibi birini öptüğün zaman salıncakta sallanır gibiyse insan aşık mıdır?
Tabii bu da bir tanım… Kimi “karnımda kelebekler uçuyor” der, kimi “kalbim çarpıyor” der. Bana göre sabah kalktığınızda da akşam yatarken de aynı kişiyi düşünüyorsanız ve bu sizi mutlu ediyorsa, gülümsetiyorsa aşıksınız!

-Uzun aralıklarla kitap yazıyorsunuz… Neden?
Evet, hatta bu seferki artık antrakt gibi oldu! (Gülüyor) Ama bu kadar uzun ara vermemin bir sebebi yok! Hayatta hiç bir şeyi planlamadığım gibi romanlarımı da planlamam. İçimden gelmedikçe, inanmadıkça yazmayı sevmiyorum. Hele ticari kaygı gütmeyi edebiyata karşı bir suç olarak görüyorum.

-Ufukta yeni bir kitap daha gözüküyor mu?
Evet!

-Konusu ne?
Yazarlıkla ilgili bir aşk hikayesi.

-Ne zaman çıkacak?
Bilsem… Bunu bilen kimse yok! (Gülüyor)

-Aşk, müzikal yönünüzü nasıl etkiler?
İyi yönde! Ama biraz da tembellik yaratıyor bende. 

-Nasıl yani?
Aşk yaşarken insanın evde oturup roman yazası veya beste yapası gelmiyor! Aşkı yaşamaktan çalışmaya vakti olmuyor!

-Şimdilerde neler yapıyorsunuz?
Ayda 2 kere orkestramla Pera Palas’tayız. Ayda 4 kere solistimiz Ayşen ve İlhan Şeşen ile Patika Bardayız… Bir sürü de konser var!

-Televizyonda da her zaman başarılı oldunuz.Yemekli programınıza hayrandım! Yeni bir şeyler var mı?
Yılbaşından sonra iki tane televizyon programım başlıyor. Bir tanesi yemekli program, bir tanesi de yazarlarla yaptığım röportajlardan oluşan bir edebiyat programı!

-Gezi olayları sırasında Taksim’e gittiniz mi?
Hayır! Ama destekledim!

-Neden gitmediniz?
Çünkü olayların içine giren bir tip değilimdir.

-Peki sizce orada gençler ne yapıyordu?
Gençler orada kendi yaşam haklarını ve düşünce özgürlüklerini savundular. Konu bir ağaçla ilgili değildi. Türkiye’deki baskıcı iktidarların (iktidar demiyorum çünkü bizim gençliğimizde de aynı baskı söz konusuydu), eski devlet kafasının, insanların hayatlarına pervasızca müdahale etmesine karşı doğmuş bir tepkiydi. Çok doğal ve özeldi. Çünkü herhangi bir grup tarafından yapılan bir protesto değildi. Her yerden insan vardı.

-Türkiye’nin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? Umutlu musunuz?
Evet! Biz, siz gençlerin hatırlamayacağı öyle zor zamanlar yaşadık ki… 12 eylül öncesi ve darbe dönemi bizim lise-üniversite yıllarımıza denk geldi. Çok karanlık ve kötü dönemlerdi. Şimdiki hükümete kızsam bile, o zamanın daha kötü olduğunu düşünüyorum. Çünkü yeni kuşakların bireysel hayatları daha rahat, daha çok seçenekleri var! Anne babalar, öğretmenler de eskisi gibi değil mesela… Gençler de onlara karşı daha dirençliler, kişilikleri daha kuvvetli ve hayat haklarını daha çok savunuyorlar. Neye inanıyorlarsa onu savunacak kadar açıklar! Ben bundan dolayı umutluyum! 

Fotoğraflar: Nejat Tuzcuoğlu
Mekan: Pera Palas

2 yorum:

Gulsen dedi ki...

Çok güzel bir röportajdı. Hoş bir insan. En güzeli de o gazeteden ayrılması olmuş.

İki Kum Tanesi dedi ki...

Çok severim kendisini. Zevkle okudum :)